Türkiye’de tam 18 yıl ezan yerine “Tanrı uludur” ile başlayan bir tercüme okutuldu. 29 Ocak 1932’de Fatih Camii minaresinde ilk Türkçe Ezan’ı okuyan Hafız Rıfat’ın eline bir kâğıt tutuşturularak okutuluyor ki, bu da onun “Türkçe Ezan’ı” ezberleyemediğinin de bir kanıtıydı.16 Haziran 1950’ye kadar tam 18 yıl, İslam’ın bir şiarı olan ezanın okunması bu topraklarda yasaklandı!

            “Çanlar sustu ve fakat

            Binlerce yılın yabancısı bir ses değdi minarelere:

            Tanrı uludur Tanrı uludur

            Polistir babam

            Cumhuriyetin bir kuludur.” (İsmet Özel)

            Bu 18 yıl özellikle Anadolu’da çok zor şartlarda geçmiştir. Benim de büyüklerimden dinlediğim yaşanmışlıklar, insanın adeta içini delecek tarzda şiddetli ve korkutucudur.

            Ben bugün, H. Hüseyin Ceylan’ın “Cumhuriyet Dönemi Din devlet İlişkileri” adlı kitabının üçüncü cildinde, 1942 yılında, Ankara Hacıbayram Camii’nde, bir Cuma vakti ilk defa ezanı aslı diliyle okuyan Yusuf Özcan’la yapmış olduğu röportajdan bazı kısımları sizlerle paylaşmak istiyorum:

            “ Vakit Cuma vaktiydi. Dışarıda Türkçe ezan okunmuş, cumanın ilk sünneti kılınmış, hoca hutbe irad ediyordu. Tabi hocaların eline okunacak hutbeler devletçe verildiği için hep ümeraya (devlet büyükleri) itaat konuları işleniyordu. Ben hocaya çok bozulmuştum; çünkü hoca açıkça bizi Halk partisinin bu dinden uzak uygulamalarına körü körüne itaate davet ediyor ve bunun için de “Ulu’l emre itaat” diyerek sözlerine Kur’an ayetlerinden deliller bulmaya çalışıyordu.

            Hoca hutbeyi bitirir bitirmez ben müezzin mahfelinden Arapça Ezan’ı okumaya başladım. Özellikle Cuma günleri büyük camilerde caminin dışında ve içinde jandarmalar nöbet beklerdi. Sebep; hiç kimse Arapça Ezan okumasın.

            Ben Ezan’a başlayınca caminin içinde bulunan jandarmalar hemen üst kata yanıma geldi. Başlarında da bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı ben “Hayyaales Salah”a gelince ağzımı elleriyle kapatmak istedi. İki ayağımdan da jandarmalar tutup beni götürmek istediler. Daha ezanı bitirememiştim. Güçlü bir yapıya sahiptim, zorlukla da olsa ezanı bitirdim. O sırada imam efendi de minberden iniyordu ve “Yakalayın bu adamı ey cemaat!” diye bağırıyordu.”

            Bundan sonra uzunca karakollarda başına gelenleri anlatır ve diğer bir anısına geçer Yusuf Özcan:

            “Bir gün rüyamda Peygamber (AS) Efendimizle görüştüm. Bana Erzincan’a gitmemi ve orada depremden yıkılan (1939 depremi) ve fakat minaresi gitmemiş olan bir cami olduğunu, orada ezan okumamı istedi. “Yusuf senden çok memnun oldum. Yine ezan okumaya devam et.  Onlar “tanrı uludur” dedikçe ben çok rahatsız oluyorum. Sizlerin “ Allahu Ekber” sesleri bizi çok sevindirdi.” dedi. (Neyi var, neyi yoksa satıyor ve elli lira elde ederek iki arkadaş Erzincan yolunu tutuyorlar. Kara trenle Erzincan’a bir haftada gidebilmişler. Bir otele inmişler, sivil polis takibine uğramışlar. Bir kahvede domino taşı oynayarak polis kontrolünden kurtulmuşlar.)

            “Cuma günü, Peygamberimizin rüyamda dediği şekilde, caminin minaresine çıktım. Bütün engellemelere rağmen, Ezan’ı aslından okuyarak tamamladım. Dışarıda muazzam bir kalabalık birikmişti. Vali, jandarma komutanı, müftü geldi. Bizi orada hemen alıp Erzincan merkez karakoluna götürdüler. Rutubetten çatlamış, her taraftan soğuk alan bir binaya yerleştirdiler. Altı beton, hiçbir döşemesi ve yatağı olmayan bir binaydı burası. Soğuk kış günüydü. Günlük bize bir tayın ve birer kap çorba veriyorlardı. Nihayet 3. ay bizi mahkemeye çağırdılar. Paramız bittiği için paltolarımızı ve ayakkabılarımızı gardiyana sattırıp yiyecek bir şeyler aldık. Hâkim Bey bize “niye yalınayaksınız?” deyince, hapiste parasız kaldığımızı, karnımızı doyurmak için paltolarımızı ve ayakkabılarımızı satmak mecburiyetinde kaldığımızı anlatınca, mahkemeye gelen Erzincan halkından birçoğu ağlamış ve bizlere acımıştı. Halk ranzalar, battaniyeler ve ayakkabılar göndermiş bize.

            Bir Ezan’dan bizi tam 9 ay bilerek yatırmışlar ve mağdur etmişlerdi. Mahkemeden dışarı çıktığımızda halk bize yardım etmek istedi. Bir lokantacı bize doyasıya bedava yemek verdi, karnımızı doyurdu. Sonra bir hayırsever bizi kamyonuyla Ankara’ya getirdi. Yaklaşık 80 kişi kamyonun kasasında Ankara’ya üç günde gelmiş olduk.”

            Anadolu’nun neresine giderseniz gidiniz, yaşlı dedelerden ve ninelerden bunlara benzer acı hatıraları gözyaşları içinde dinlersiniz. Tarihi galipler yazarmış, doğru! Ama ben rahmetli babamın ve ninemin gözyaşları içinde, özellikle kış gecelerinde, yaşadıklarını anlatarak derin derin iç çekmelerini hiç unutamadım ve bana öğretilen tarihe hep mesafeli durdum.

            Bu millet gerçek tarihini öğrendiğinde inanınız çok munis ve birleştirici, kuşatıcı olacaktır. Yeter ki, gölge etmesin birileri, başka bir şey istemez.

Yorumlar 0 Yorum Var